‘Futbol bir tartışmadır’

11 Eylül 2022’de ölen Javier Marías, 'Vahşiler ve Duygusallar’da şöyle yazmıştı: “Sadece kazanmanın yetmediği bir faaliyettir futbol, her sezonda, her turnuvada, her maçta, hep kazanmak gerekir. Bir yazar, bir mimar veya bir müzisyen, muazzam bir romana, harikulade bir binaya veya unutulmaz bir albüme imza attıktan sonra birazcık durup dinlenebilir. (...) Futbolda ise aksine, durup dinlenmeye yer yoktur, son derece başarılı bir geçmişe sahip olmak veya önceki sene şampiyonluğu kazanmak pek bir para etmez. Asla başarıya ulaşıldığı düşünülmez, bir sonraki maçın da kazanılması gerekir (oyuncuların kendilerinden beklentileri budur), sanki her şey sıfırdan başlar, her maçın başındaki skor gibi. Hayattaki diğer faaliyetlerden farklı olarak sporda (ama her şeyden önce futbolda) hiçbir şey birikmez ve muhafaza edilmez, kupaların sergilendiği salonlara ve her geçen gün daha da kıymete binen istatistiklere rağmen. Dünün en iyisi olmanın bugün bir anlamı yoktur, yarından bahsetmeyelim bile.” Bu sözler, futbolun sahada yirmi iki kişiyle oynanan bir oyundan fazlası olduğu bir kez daha gösteriyordu.

Tarihle, mekânla, sınıfsal ilişkilerle, aidiyetlerle, politikayla ve sanatla ilintisiyle birlikte, Simon Critchley’nin deyişiyle futbol, her şeyden evvel bir olgu. Yazar, tam da bu nedenle 'Futbol Düşünürken Aslında Ne Düşünürüz?' başlıklı çalışmasında, futbolun geçmişte ve günümüzde nasıl algılandığını anlatmaya çalışıyor.

‘HER MAÇTA KENDİNİ YENİDEN ÜRETEN DAİMİ BİR MİMESİS...'

Critchley’e göre sahadaki sınırlara rağmen, etkisinin tahminlerin ötesine geçmesi futbola daha dikkatli bakmayı gerektiriyor. Yazarın, futbolu insanın hayatına anlam katan bir olgu biçiminde değerlendirmesinin nedenlerinin başında bu geliyor. Cruyff’un “Basit oynamak en zor şeydir” demesi ya da Belfast’ta bir duvardaki “George Best’i sevenler, hayatı sever” yazısı, oyunun hayatla bağlantısını açıklamaya yetiyor aslında.

Mağlubiyetten de galibiyetten de takımın sorumlu olduğu ve bazıları ısrarla reddetse de sahaya yayılan sosyalist havayla futbol Critchley’e göre, örgütlenmenin çimlere bir yansıması; kolektif bir eylem ve dil… 1990 Dünya Kupası’nın açılış maçında, 1986’nın şampiyonu Arjantin’i yenen Kamerun’un efsane oyuncusu Roger Milla’nın dediği gibi “bir takımı büyüten ya da küçülten” bir oyun…

Sosyalizmi “bir yaşam biçimi ve insanlık” biçiminde ifade eden isimleri de anıyor yazar: Liverpool’un unutulmaz menajeri Bill Shanky, Paul Breitner, Javier Zanetti… Sponsorların dediğinin olduğu ve şirketleşmenin esas sayıldığı günümüzde, hem bu isimler hem de mevcut düşünce kimilerince modası geçmiş diye niteleniyor.

Critchley; futbolun tarihselliğini, tetiklediği olayları, güzelliğini, yalınlığını ve günümüzdeki endüstriyelliğini ele alırken tıpkı fenomenolojideki gibi gündelik var oluşumuzda bize kendini gösteren şeylerin tasvir ediliş güzergâhına girerek eleştirel bir bakış açısıyla oyunun keyfini sürüp “futbol bir tartışmadır” diyor.

Futbol Düşünürken Aslında Ne Düşünürüz?, Simon Critchley, Çevirmen: Oğuz Tecimen, 172 syf., Metis Yayınları, 2018.

Critchley, futbol maçına “her şeyin askıya alındığı bir şimdi” diyerek bir ânın ardında belirsizliklerin bulunduğunu kabulleniyor; taraftar, oynayan ve gözü kimi zaman tribünlere takılan oyuncu için de durum böyle. Yazarın deyişiyle konsantre bir “tefekkür hâli.”

Saha dışında da devam eden futbolun, sadece futbol ve gol demek olmadığını anlatmaya yardım ediyor bu hâl, elbette oyunu sözcüklere dökmeye de… Cümlelere dönüşen futbol ise oyunun kendisi olan ve aklını başka hiçbir şeye vermeyen oyuncuyu ya da futbolun psikanalitik babta fantezi âleminde ete kemiğe büründürdüğünü, sahada tam manada ne nesnenin ne de öznenin bulunduğunu, öznemsiler ve nesnemsilerin yer aldığını anlatıyor. Critchley, “futbolun, her maçta kendini yeniden üreten daimi bir mimesis, taklit ve drama olduğunu” anımsatıyor.

OYUNU ÖZLEYENLER VE GÖLGELEYENLER

Bahsi geçen drama, başlama düdüğünün çalmasıyla taktiklerin, bitiş düdüğünden sonra düzenlenen basın toplantılarının ve televizyon programlarının anlamsızlaşması demek biraz da. Asıl olan maçın kendisi ve futbolcunun oyuna dönüşmesi.

Tribündekiler ya da Gadamer’in ifadesiyle “orada mevcut bulunup mutlak mesafeden sahada yaşananları izleyenler” için de benzer bir durum söz konusu. Seyirci, maç sırasında bir arınma da yaşayabiliyor aptalca bir kutsallaştırma ve adanmışlıkların pençesine de düşebiliyor. Yazarın hatırlattığı gibi maç bittiğinde hayat devam ediyor ve sonra başka bir maç başlıyor.

Gadamer’in deyişiyle “trajik tefekkür” hâlinde; sahaya “teorik ya da estetik bir mesafede” yer alan seyirci, Critchley’e göre antik bir tiyatroda drama izleyenler gibi güzel aptallığa kapılıyor. Seyircinin gözleri; elinde deri kaplı taktik defterleriyle oyunculara direktifler veren Van Gaal’e, maçın gürültüsünde boğuluyormuş hissi uyandıran “tehlikeli gülüşlü” Zidane’a, ütopyaların peşinden giden 1970’lerin efsane menajeri Brian Clough’a, “mesiyanik figür” Jose Mourinho’ya, “profesör” Arsene Wenger’e, “filozof” Pep Guardiola’ya, Bob Paisley’e, Jürgen Klopp’a takılıyor bir anlığına. Critchley’nin hatırlattığı “tekrar”, bu şekilde defalarca harekete geçiyor.

Girişimcilerin, kara para aklayanların, zengin oligarkların, türlü söylentiler eşliğinde uluslararası turnuvalara ev sahipliği yapanların, sponsor firmaların yöneticilerinin tamamı sahaya ve saha kenarına bakıyor elbette. Takımlar, çimlerdeki bir şirkete dönüşünce eski ruh ve basit oyun sekteye uğrayıp sadece kazanmayı görkemli sayanlar boy gösteriyor. Rakamlar ve istatistikler her şeyin önüne geçince oyun gölgeleniyor. Galip gelme düsturu, Critchley’nin kitap boyunca bahsettiği coşkuyu keyfi zorunluluk kıskacına alıyor.

Critchley, coşku-keyif ve endüstriyellik-maçı kazanma ikilemi arasına sıkıştırılan, hatta geri plana atılan oyuna, sponsorların etkisiyle yılda elliden fazla maça çıkmak zorunda kalan oyunculara, teknik direktörlere ve taraftarlara bakıp meselenin güzel ve çirkin yanlarına yoğunlaşırken futbolun hayatla bağlantısını ortaya koyarak geçmişi ve bugünü karşılaştırıyor bir anlamda.