Düşen Troya’nın köleleştirilen kadınları

Yazar Pat Barker, çağdaş İngiliz edebiyatının en parlak isimlerinden biri. Kırk yılı aşan yazarlık kariyeri boyunca kaleme aldığı birçok eserle hem dünyanın dört yanında geniş bir okur kitlesi edindi hem de edebiyat dünyasının en prestijli ödüllerinden Man Booker ve Guardian ödülleri dâhil sayısız ödül kucakladı. Birçok eseri sinema filmine uyarlandı, özgün üslubu birçok yeni yazara ilham oldu.

Türkiye’deki okurlar, onun çeviri romanlarıyla yeni yeni tanışıyor denebilir. İthaki Yayınları, yazarın son dönem romanlarından biri olan ‘Kızların Suskunluğu’ adlı romanını ilk kez 2020 yılında okurla buluşturmuştu. Barker, bu romanda İlyada’yı bambaşka şekilde yeniden yazmıştı. Bu kez bir kadın kahramanın, Troya (Truva) tutsağı Briseis’in bakış açısından anlatılan hikâye, bu efsane anlatının bir başka boyutunu, bu savaşın kadınlar için nasıl acılar ve dramlar getirdiğini anlatarak Troya efsanesinin cehennemi yanını gözler önüne sermişti.

Türkçede henüz yayımlanmamış olsa da başta beyazperdeye de uyarlanan Regeneration Üçlemesi olmak üzere hemen her eserinde savaş, travmalar, hayatta kalma mücadelesi ve eşitsizliklere feminist bir bakış açısıyla yer veren yazar bu kez ‘Kızların Suskunluğu’nun devam kitabı olan ‘Troyalı Kadınlar’la okur karşısında.

SAVAŞ GANİMETİ KADINLAR

‘Kızların Suskunluğu’nda Troya’nın düşmesinin ardından, ailesinin tüm erkeklerini gözünün önünde öldüren Akhilleus’a (Aşil) savaş ganimeti olarak verilen, defalarca onun cinsel tacizine uğrayan Briseis’in anlattıklarını okumuştuk. Her ne kadar Yunan kampının aslında bir cinsel taciz kampı olduğu gerçeği ve kadınların orada yaşadıkları korkunç şeyler oldukça sert bir dille önümüze dizilmiş olsa da ‘Kızların Suskunluğu’ genel olarak Troya’nın erkekleriyle ilgili olarak kalmıştı.

Yine Briseis’in ağzından anlattığı bu devam kitabında ise Barker, erkeksi destan geleneğinden kurtuluyor ve İlyada’yı geride bırakan bağımsız bir yeni hikâye eşliğinde, savaşın ardından kadınların yaşadıkları, mücadeleleri ve konumlarına odaklanıyor.

Troyalı Kadınlar, Pat Barker, Çevirmen: Seda Çıngay Mellor, 304 syf., İthaki Yayınları, 2022.

Roman, Truva Atı’nın şehre girmesiyle başlıyor ve henüz ilk sayfalarda Troya, Yunanlar tarafından ele geçiriliyor. Kentteki tüm erkekler, hatta oğlan çocukları ve erkek olabilir diye annelerinin karnındaki bebekler bile öldürülüyor. Tüm kadınlar ise savaş ganimeti olarak alınıyor. Henüz beş ay önce ölen Akhilleus’un oğlu Pyrrhos, Troya’nın lideri Priamos’u öldürüp, cesedini ibret olsun diye Yunan kampının girişine kargalara ve kurtlara yem olması için bırakıyor.

İlk romanın bir özeti olabilecek biçimde hızla geçilen bu savaş sahnesinin ardından, Yunan kampına geliyoruz. Henüz kısa süre önce savaş ganimeti olan Briseis, Akhilleus’tan hamile kalmış, Akhilleus’un ölümünün ardından ona sadık adamlardan birinin kendisine nikâh kıymasıyla da statü kazanmıştır. Bu sırada Troya’nın ele geçirilmesinin ardından Yunan askerler evlerine dönmek için hazırlanmış, gemilerine binmeyi beklerken denizde çıkan fırtına ve giderek kötüleşen hava koşulları onların bu yolculuğa çıkmasına izin vermez. Süre uzadıkça Yunan askerler Troya’da olan bir şeylerden dolayı tanrıların kendilerini cezalandırdığına inanmaya başlar. Tanrıları kızdıracak ne yapmış olabileceklerini bulmaya çalışırlar. Yeni köleler kampta korku içinde beklerken bir gün biri Priamos’un cesedini gömer. Babası kadar kudretli olmak için o cesedin hafızalara kazınması gerektiğini düşünen Pyrrhos, bu eylemi kimin yaptığını araştırırken kamptaki Troyalı erkeklerden ötesini hiç düşünmez. Oysa Yunan kampında yüzlerce başka Truva atı vardır: Cinsel tacize uğrayan, köle olarak kullanılan ve başka bir şey yapamayacağı düşünülen yüzlerce Troyalı kadın…

KADINLARIN TOPLUMSAL STATÜLERİ VE KÖLELİK

Barker ‘Troyalı Kadınlar’da okuru destansı bir hikâyenin yine karanlık bir yanına, Yunan kampındaki kadınların dünyasının derinliklerine götürüyor. Romanda köleleştirmenin yanı sıra kadınların o dönemde toplumsal statüleri ve cinsel saldırı temaları ağırlıklı olarak yerini alıyor. Kendisini, kardeşlerini elleriyle öldürüşüne tanık olduğu Akhilleus’un yatağında bir köle olarak bulan Briseis, serinin ilk romanında yaşadığı acının en ağırı olduğunu düşünürken, ikinci kitaba gelindiğinde hamile kalmasıyla değişen statüsünün ardından kamptaki diğer köle kadınları gördükçe bu kez kendini şanslı saymaya başlıyor mesela.

Öte yandan yazar Par Barker, hiç sempati uyandırmaya çalışmadan, Troya erkeklerinin üzerindeki toplumsal baskıların kültürdeki erkek şiddetini nasıl beslediğini de incelikli biçimde göstermeyi başarıyor. Örneğin henüz yaşarken efsaneleşen Akhilleus’un ölümünün ardından, ardında bıraktığı on altı yaşındaki kafası karışık ergen oğlu Pyrrhos’un tıpkı babası gibi efsaneleşmek zorunda hissetmesi nedeniyle yaptığı zalimlikler bu baskının derinleştirdiği şiddeti gözler önüne seriyor.

Özetle denebilir ki Barker, toplumun kadına yönelik erkek şiddetini nasıl mümkün kıldığını incelediği bir roman kaleme alırken bunu hem faili hem de mağduru göstererek yapıyor.

BARKER, SERT BİR HİKÂYEYİ SADE BİR DİLLE PARLATIYOR

Barker, serinin ilk kitabında daha sert, şiddeti kelimelerde de gösteren bir dil kullanmıştı. Bu yeni romanda ise yine kaba ama daha sade ve modern bir dil ve üslup kullanmayı seçiyor. Anlatılan hikâye zaten oldukça kasvetli ve sert olunca, bu sade dil kullanımı hikâyenin romantize edilmesinin de önüne geçerek, anlatıya güç katıyor.

Savaşlar sırasında kadınların yaşadıklarını ve mücadele etmek zorunda kaldıkları şeyleri ustalıkla anlattığı ‘Troyalı Kadınlar’ın son sayfası, okurlarına bir devam kitabı daha gelebileceğinin işaretlerini veriyor.